top of page

Züleyha

Rüzgar küçükken, arının beni sokmasıyla başlayan bir deliler evi hikayemiz vardı: yumurtalar ve bağıran çıplak insanlar! Tüm insanlık hallerinle birlikte eski kendini al bir kavanoza koy ağzını sıkıca kapa.


“Kavanozu ters çevir, doğrudan gün ışığı almayan bir yerde beklet.”


Bu kadar basit miymiş? Ne basiti!


Kucağımıza küçücük bir canlı verdiler.


Hastanedeki fotoğraflarımıza bakıyorum. Bora aşırı genç görünüyor gözüme. Ben de öyle. 18imizdeyiz sanki. Suratım ne yuvarlak, canlı, pembe. Ağzım açık, şaşkınım.


Bu bebeği nasıl besleyeceğiz, büyüteceğiz? Nasıl emin olacağız iyi olduğundan? Bundan sonra hep en çok bize güvenecek. Düştüğünde, şaşırdığında, korktuğunda ilk önce bize bakacak. Nasıl, diyorum, nasıl hayal kırıklığına uğratmayacağız onu?


Sorular soruları getiredursun, bu sene anaokuluna başladı Rüzgar. Okuldan servisle dönüyor. Ama yetmez. Araçtan inip eve kadar (3.kat) kendi başına gelecekmiş. Benim onu orada beklememi istemiyormuş. Gülüyorum ama bir yandan anlıyorum onu. Çünkü ben de aynısını istiyorum. Katları tek başıma çıkmak, kırlara, Datçalara ve izlerini kaybettiğim yakın, uzak ülkelere, vadilere, denizlere ulaşmak...


Şifreyi giriyorum. Zzzzt. Var gücüyle itiyor ağır kapıyı. Birinci kat, ikinci kat, üçüncü.


Tamam, hazırım şimdi. Tık tık tık.


Oraya geldik sahi. Kapı açılıyor ve nihayet eski kendime -hani ona Züleyha diyelim- özlemimi fark ediyorum. Kaybolan Züleyha’yı arıyorum, yitip giden Züleyha’nın yasını tutuyorum, zaman zaman bir yerlerde görür gibi oluyorum onu, heyecanlanıyorum.

Bazen bana onu hatırlatan manzaralar, insanlar, şarkılar çıkıyor karşıma.


O zaman anlıyorum.

Züleyha kayıp değil.

Züleyha geri de gelemez.


.

.


Apartman bahçesini geçtim. Yürüdüm. Ağır kapıyı ittim. Merdivenleri çıktım. Bir. İki. Üçüncü kat.


Tık tık tık.


“Ben geldim.”



görsel: leon lau

bottom of page