Düştün. Ben de Yanına Düştüm
- yelinatayfurkabatepe

- 6 saat önce
- 3 dakikada okunur
Ling Chao ve babası, pazardan dönmektedir. Baba takılıp düşer.
Kızı da onun yanına düşer.
"Ne yapıyorsun?" der baba.
"Düştün ve ben de yardım ediyorum," der kızı.
Baba etrafına bakar: "Neyse ki kimse görmedi."Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm'ü ile Marianne Brooker’ın Eşikler'inin gücü, ölümü ve kaybı işlemelerinde değil, bu "yanına düşme" hâlini işaret etmelerinde sanki.
Düştün ve ben de yardım ediyorum.
Çocuk - ebeveyn ilişkisi dikey bir çizgi izliyor. Büyüyen ve büyüten arasında temelden bir hiyerarşi var. Fakat zaman, bu akışı tersine çeviriyor. En büyük sınav büyüme/büyütme faslından sonra veriliyor. Roller değişiyor ve sevgi yeni bir biçim arıyor. İlişki alıştığı zemini kaybediyor. Kaldığı yerden devam etmiyor. Bahçıvan ve Ölüm de, Eşikler de o başka yerden sesleniyorlar:
Kimliklerin dağıldığı yerde karşılaşınca, bizi birbirimize bağlayan ne kalır?
Her iki kitapta da "bakımın" alışıldık akışını bozan bir şey olur: Çocuk ve ebeveyn, hayatın son kısmında buluştukları zeminde ilk kez eşitlenirler. Çocuk, ebeveynin çözülüşünü görürken kendi öznesini yeniden kurar. Ortadan kaybolmaz ya da yeni kimliği ile otoriterleşmez. Yukarıdan bakmaz, yanına uzanır. El uzatmaz, elini tutar. Bu yataylıktan, iki kişi arasında daha önce hiç kurulmamış bir yakınlık ortaya çıkar. Sevgiyi kurtaran koruma yetisi değil, yanında kalma ısrarıdır.
Gospodinov, Bahçıvan ve Ölüm’de eşitliği, hasta yatağının dışındaki katı - köşeli - dik duran dünyanın ayrıcalığından vazgeçmek üzerinden tanımlar: “Hastanın yanına uzanmakta, onun yatay dünyasına dahil olmakta doğal, içten gelen bir dayanışma var… Sağlıklı kişinin yukarıdan bakan (üstten bakan her bakış az çok otoriterdir) dik duruşunu terk etmek, yatanla eşitlenmek, ondan artık esirgenen dikeyliği paylaşmak…”
Eşikler de benzer bir hattan devam eder: "Bir sabah annemin yatağına gittim, başımı boş karnının üstüne koydum ve ona ölmesini istemediğimi söyledim. Başımın üstüne hafif bir öpücük kondurmak için zorlukla uzandı. "Seni seviyorum," dedi. Aramızdaki en yumuşak ve tatlı andı bu. Daha önce birbirimize hiç böyle bir yumuşaklıkla ve tüm böbürlenmelerimizden sıyrılarak sığınmamıştık."
Bahçıvan ve Ölüm'de, ölümün sıradanlığı ve kaçınılmazlığı altında, baba oğul arasında sessiz bir dayanışma vardır. Çocuk, babasının yatağına uzanır, defterindeki notlardan ağrılarının izini sürer; özlemlerini, arayışlarını dinler. “Yük olma” korkusunun, "korkacak bir şey yok" tesellisinin, tekrar tekrar anlatılan eski hikayelerin ve bitmeyen mizahın içinden yas, kalanların bireysel yükü olmaktan çıkar. "Yaşayanlar ölülerin gözlerini kapatır, ölüler yaşayanların gözlerini açar."
Eşikler ise bakımı, kişisel fedakârlıkla yüceltilen vicdani bir yük olmaktan çıkarır; kurumların dayattığı yaşama biçimine ve ölüm takvimine itiraz eder. Sağlık sisteminin çürümüşlüğüne karşı direnişi ve öfkeyi canlı tutarken, “yardım etmeyi” “eşlik etmek” ile değiştirir. “Ölmekte olanların yalnızlığı”*, bekleyenler arasında pay edilir. “İkimiz de kendi yolumuzdayken,” diye yazar Brooker, “annem yaşam yolunda ve ben de annemin yolunda.”
Utancın, yetersizlik hissinin, yalnızlığın yükünü ters yüz ederek sorarlar bize: Birbirimizi nasıl tutarız?
"Hastalık, gerçekleşmemiş konuşmaları ve ertelenmiş yakınlığı ortaya çıkarmıştı. Birdenbire yanınızdaki, her zaman var olacağına inandığınız kişi, ölümlülüğüyle ışıldamaya başlıyor, saydam ve kırılgan hale geliyor. Hayatının ipliği, sonbahar güneşinde aniden görünür hale gelen örümcek ağları gibi parlıyor." Bahçıvan ve ÖlümEbeveynler güçten düştüğünde onları belki de ilk kez bizden ayrı kişiler olarak görebilmeye başlarız. Çocukken bize görünmeyen gizli katmanlar, bu çözülmeyle ortaya çıkar. Anne babalarımız birdenbire, yarım kalmış hayalleri, kayıp-eksik çocuklukları, pişmanlıkları ve yasları, sırları ve korkularıyla yeni insanlara dönüşürler. Onlara, onların bize baktıkları gibi bakamayız. Onları büyütemeyiz ve onları kurtaramayız. Yapacağımız şey, o eşikte durmaktır.
"Düştün ve ben de yardım ediyorum," diyor Ling-Chao.
Düşmek, utanç ve mahcubiyet getiriyor.
Baba etrafına bakıyor: "Neyse ki kimse görmedi."
Kızı onu kaldırmaya çalışmıyor.
Pat.
Yanına düşüyor.
Düşerek tutuyor babasını.
"Soğuğun tadını alabiliyor musun; iyi geliyor mu? Boş karnında hissedebiliyor musun?
Anneannem bütün bunlara ne derdi?
Hiç aşık oldun mu?
Pişmanlıkların var mı? Hayatının en güzel dönemi ne zamandı?
Buraya kimi çağırmalıyım?
Kimi özlüyorsun?
Neden hep berbat adamlarla birlikte oldun?
Ne kadar harika, ne kadar güzel, ne kadar zeki, ne kadar cesur olduğunu biliyor musun?
Öfkeli misin? Üzgün müsün? Fikrini değiştirebilir miyim?
Eğer bir bebeğim olursa ne yapacağımı nereden bileceğim?
Sana benzer mi?
Sen gittiğinde dünyaya ne diyeceğim?
Şimdi, şu anda David Bowie dinlerken ve üzüm yerken ve neredeyse ölmek üzereyken kendini nasıl hissediyorsun?" EşiklerLayman Pang ve kızı Ling-Chao’ya atfedilen bu Zen hikâyesi, Çin Zen geleneğinde yer alan ve gündelik hayat içindeki aydınlanma anlarını konu eden anlatılar arasındadır ama alışıldık keşiş hikâyelerinden farklı bir yerde durur. Burada ne bir tapınak vardır ne de inzivaya çekilmiş bilge figürler. Pang ailesi sıradan bir ailedir: çalışırlar, sepet örerler, pazar pazar gezerler, geçim derdi içinde yaşarlar. Baba da kız da zen ustası değildir. Yine de aydınlanma anları sıradan hayatın içinden, çoğu zaman Ling-Chao’nun beklenmedik, yalın eylemleriyle belirir. Bu yönüyle hikâyeler, aydınlanmayı görünür kılan öznenin bir kadın olması ve anlatının keşişlerin değil, geçim derdindeki bir ailenin gündelik yaşamının içinden kurulması anlamında özeldir.
Georgi Gospodinov, Bahçıvan ve Ölüm, çev. Hasine Şen Karadeniz, Metis Yayınları
Marianne Brooker, Eşikler, çev. Özge Çağlar Aksoy, Yapı Kredi Yayınları
Norbert Elias, Ölmekte Olanların Yalnızlığı Üzerine, çev. Oğuzhan Ekinci, İletişim Yayınları







Yorumlar