top of page

Karşı Kıyı

Geçenlerde İstiklal Caddesi'ne gitmek için önce Karaköy Vapuru'na bindik. Gözlerimiz Emin Kul'u aradı ama o biçimsiz, plastik şişe içindeymiş gibi hissettiren, dışarıda otursan da denize tepeden baktıran vapurlardan birine denk geldi. Karaköy'den Tünel'e bindik sonra. Epeydir ne İstiklal Caddesi'ne adım atmışım, ne Tünel'e binmişim ("Tünele binmek"). Görmezsem, bakmazsam, içinde durmazsam daha az canım sıkılır, daha az üzülürüm diye herhalde. Yine de insan bıraktığı zamanki gibi bulmak istiyor her şeyi.


Şimdi aklıma geldi de, Melike, Taksim ve İstiklal Caddesi'nin değişmeye başladığı ve herkesin ayağını kestiği zamanlarda ısrarla orada sevdiği yerlere gitmeyi sürdürerek bir nevi ritüel yarattığını böylece Taksim'den vazgeçmediğini anlatmıştı. Melike orayı sevmeye devam ediyorsa orada (ve orayı) yaşamaya da devam etmeliydi.


Tünel'e girer girmez gözüm sağdaki gişe penceresini aradı. Lise yıllarımda oradaki biletçi amca ile her sabah selamlaşırdık. Esra ile bana takılırdı, "bugünleri unutmayın" derdi. Güleryüzlü bir insandı. Bir insandı, kanlı canlı. Şimdi ne o, orada. Ne de orada bir insan var. O gün öyle buruk hissettim, "artık her şeyi makineler yapıyor" gibi bir burukluk değil de, başka bir şey. Sanki o zamanlar, o insanlar, o yaşantılar bir bir kayboluyor, kaybolacak gibi. Onlarla beraber ben de, biz de kaybolacağız gibi. Gibisi de fazla, tam da böyle olacak.


Ayşe Teyze, bir kuş gibi göçtü bu dünyadan geçen hafta. Bostancı'daki evin mutfağının o uzun koridoru geliyor aklıma. Ocakta devamlı çay. Bir kocaman kahkaha, tüm dünyayı taşıyan, tüm çocukları kucaklayan bir kadın. Her derdi dinler, hep içine su serpecek bir şey söyler. Sonra Silivri'de bahçe ve o plastik beyaz masa... Kahvaltıda şeftali, yuvarlak kesilmiş domatesler ve çarliston biber. Gece vakti fısır fısır konuşmalar. Sonra karlı bir gün, okuldan bizim eve kadar yürümüşüz. Bazı masalar devrilmiş, bazı insanlar çekmiş gitmiş hayatımızdan, bizden başka herkese saçma gelecek isimlerimiz ve anlarımız olmuş. Bir gün Bozcaada'dayız sanırım, Bozcaada'da dedemin evi varmış güya. Ayhan Amca Esra'nın sigara içtiğini öğrenmiş. Yıkılmışız. Tüm derdimiz bu. Tüm derdimiz.


Sepin sayesinde tanıdığım ve İstanbul'daki konuşmasını dinlediğim Stephen Jenkinson'ın, ölüm ile ilgili anlattığı Kızılderili kabilesi hikayesi beni çok etkilemişti. Bu hikayeye göre, öldüğümüzde, kendimizi büyük bir gölün kıyısında buluruz. Burada gölü geçerek öteki tarafa, ölüm kıyısına doğru yola çıkanların yani bizden daha önce ölmüş olanların ayak izlerini görürüz. Fakat yeni ölenler bu yolculuğu kendi kendilerine yapamazlar. Yaşayanlar, ölen için, sevgiden, bir ölüm "kanosu" inşa etmeli ve onu gölün ilerisine doğru götürebilmek için yasın gücünü kullanmalıdırlar. Ölen kişi için ne kadar ağlarsak, onu ne kadar anarsak, ne kadar onu ve ölümünü yaşamımıza dahil edersek, kano o kadar rahat bir şekilde öteki tarafa doğru süzülür. Böylece öteki tarafta yaşayanlar oradan uzanırlar, kanoyu kendilerine doğru çekip alırlar, yaşayanların o kişinin dünyadan ve kendilerinden ayrılışı için yas tutması kadar derinlikli bir şekilde o kişinin buraya varışını kutlarlar.


"Büyümek çok zormuş" dedi arkadaşım. Canım Esra'm. Ayşe o kanoya binip ayaklarını uzamış, sigarasını tüttürmüş müdür, dersin? Karşıya geçince de bir çay koymuştur.

bottom of page