Beyaz Karga
"Görünmez, kaygan, soğuk bir şey."
Bir duvar. Ardında yaşam yok. İnsanlar taşlaşmış, ölmüş. Hayatta kalan tek kişi o. Kadın. Onun da bir adı yok. Kimse ona bir isimle hitap etmiyorsa, "o halde bu isim artık yok.”
Kadın eski dünyayı arkasında bırakır ve hayvanların dünyasına girer. Bildiği her şeyi yitirir ve böylece kurtulur.
“Vaşak ve ben kötü bir durumda kalmıştık, ne kadar kötü olduğunu o zaman hiç bilmiyorduk. Ama büsbütün aciz de değildik, çünkü iki kişiydik.”
Kahramanımız, duvarı aşmanın, başka insanları bulmanın, eskiyi geri getirmenin; kendisi değişip dönüşse de muhakkak geri dönmenin yollarını aramaz hiç. Bir "kadın kahraman” için, eski dünyadan kopmak tam olarak ne anlama gelir sahi? Erkeklerin dünyasından yani, kesin ve mutlak bir şekilde kopmak ne anlama gelir?
Duvar, bu ihtimali sunar bize.
Kahramanımız, "kadınların karşısında düşmanca duran ve onlara yabancı ve onlar için tekinsiz” o uygarlığı duvarın arkasında bırakır. Yeni düzene uyum sağlar, “parmaklarından yüzükleri çıkarır" ve sorar: "Kim araç gereçlerini altın yüzüklerle süslerdi ki.”
Bir köpek, bir kedi ve bir inek. Sonra bir buzağı, yavru kediler, beyaz karga... Uzun karanlık kış akşamları, yağmur fıçısı, odun kesme kütüğü… Ahırla ilgilenir, evin günlük işlerini halleder, hayatta kalmak için ne gerekiyorsa öğrenir. Toprağı eker ve ineğin sütünü sağar. Hayvanları besler ve onları sever. Değişen mevsimlere hazırlanır ve onları geçirir. Hastalanır, iyileşir. Eskiden olduğu kişiyi hızla unutur. Onunla irtibatı kopar ve tam da o kopuşta kendini bulur.
Biz de günlerin, mevsimlerin geçişini takip ederiz. O hayatın bir parçası, yapılması gereken günlük işlerin eşlikçisi oluruz. Loş akşam üstlerini artık biz de sevmeyiz ve alacakaranlıklarda uyanmanın neye benzediğini anımsarız. "Raporun" yazılışına vesile olan elim olaya – onu beklememize rağmen dehşete kapılacağımız o güne- doğru adım adım sürükleniriz.
"On Mayısta uyandığımda çocuklarım el ele oyun parkında koşuşturan küçük kızlar olarak gözümün önüne geldi. Şehirde bıraktığım ve daha çok can sıkıcı, sevgisiz, kavgacı olan yeniyetmeler birden tamamen gerçekdışı olmuştu. Hiçbir zaman onlar için yas tutmadım, daima sadece yıllar önceki çocuk halleri için yas tuttum. Herhalde bu kulağa çok acımasızca geliyordur, ama bugün kime yalan söylemem gerektiğini bilmiyorum. Gerçeği yazmayı göze alabiliyorum; yaşamım boyunca hatırları için yalan söylediklerimin hepsi öldü.”
Başka kimsenin olmadığı bir yerde, kimsenin okumayacağını bilerek yazılan satırları okuruz. Birileri tarafından duyulmayacak ve görülmeyecek biri, özgür biri nasıl yazarsa öyle yazmıştır kadın. Erkeklerin dünyasında içine hapsolduğu kimliklerden sıyrılmış birinin açık sözlülüğüyle. Sıkıştığı yerlerden çıkmak ve kendi hikayesini kurmak için daha önce hiç şansı olmamışken, şimdi? Yani dünyada kalan tek insanken. Yani bu bir şans belki, ama başka bir şansın olmayışındaki. Yani Duvar, hem bir distopya hem bir ütopya ya da hiçbiri. Orada doğa korkunç ve güzel; çetin ve huzurlu ya da hiçbiri. Bir çıkış ararız, özgürlüğe dair bir ideal. Ama yazar bunu vermez bize. Anlattığı, ağırlığı olan bir özgürlüktür; her şey bittiğinde geri kalanların arasından belirir; bir yüzün, bir ismin olmayışında görünür hâle gelir; yeniyse de eskinin karanlığını taşır; yalnızlıkla ve kayıpla yan yana durur hep. Karakter de kendini bir kahraman gibi görmez zaten. O artık “hayatta kalmak için bütün gücüne gerek duyan, metanetli, küçük bir kahverengi ağaç gövdesi”dir.
"Raporu" yazmasına sebep olan olayın yaşandığı güne geldiğimizde, varlığına alışarak onu unuttuğumuz Duvar'ın hayaleti -görünmez, şeffaf, kaygan- yeniden karşımıza çıkar. Yaylada, “bir insan, yabancı bir adam" belirir. Kadın, kendisi haricinde belki de dünya üzerinde kalan bu diğer kişiyi, hayvanlarını katleden insanı, gözünü kırpmadan öldürür. Dehşet anı, adamın infazının öncesidir aslında. Adam, hayvanları sebebi bilinmeyen bir biçimde öldürmüştür. Fakat dehşet anı belki bunun da öncesidir. Kadınla beraber geçirdiğimiz onca zamandan sonra, bir adamın birdenbire karşımıza çıkmasının ne anlama geldiğini iyi biliriz. Adamın, sadece belirmiş olmasının yarattığı şiddeti iliklerimizde hissederiz. Hayvanları öldürmemiş olsaydı dahi kadının tetiği aynı atiklikte çekebileceğini, bu ihtimalin gücünü, bu ihtimali hiç yadsımayışımızdan anlarız.
Adamı, "masum otların" üzerinden sürükleyip uçurumdan aşağı atması şaşılacak bir şey değildir yani. Boğa'nın kafası parçalanmıştır. En yakını Vaşak ölmüştür. Kadın, yazmak zorunda olduğunun ayırdında, o günden geriye giderek notlarını bir rapora dönüştürür. Ne bir bölüm ne bir ara ne bir boşluk vardır çünkü kadının sınırlı sayıda kâğıdı kalmıştır. Kâğıtlar bittiğinde rapor da biter. Geriye kalır, bir inek, bir kedi ve bir beyaz karga.
“Bir insandan çok bir ağaca, hayatta kalmak için bütün gücüne gerek duyan, metanetli, küçük bir kahverengi ağaç gövdesine benziyordum. Bir zamanlar olduğum o kadını, daha genç görünmek için çok çaba harcayan o küçük gerdanlı kadını bugün düşündüğümde ona pek az sempati duyuyorum. Onun hakkında çok katı bir yargıda bulunmak istemiyorum. Yaşamını bilinçli olarak biçimlendirme imkânı hiç olmadı ki. Gençken, bilgisizce ağır bir yükü üstlendi ve bir aile kurdu, o günden itibaren de bir yığın bunaltıcı sorumluluğun ve tasanın içinde sıkıştı. Yalnızca bir dev anası kendini bunlardan kurtarabilirdi, o da hiçbir bakımdan dev anası değildi, her zaman dertli, aşırı sorumluluk yüklenmiş, ortalama bir akla sahip bir kadındı, üstelik kadınların karşısında düşmanca duran ve onlara yabancı ve onlar için tekinsiz bir dünyada. Pek çok şey hakkında az bilgisi vardı, pek çok şeyi hiç bilmiyordu; genel anlamda kafasında korkunç bir dağınıklık hâkimdi. İçinde yaşadığı ve tıpkı onun gibi bilgisiz ve işi başından aşkın topluma bu yetiyordu. Ama bir konuda hakkını teslim etmek isterim: Her zaman boğucu bir huzursuzluk hissediyor ve bütün bunların çok yetersiz olduğunu biliyordu.”
Duvar, Marlen Haushofer, Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Ersel Kayaoğlu
コメント