top of page

Kalmak, Gitmek, Yazmak

"Durup seni bekledim. Her zaman durup seni beklediğim gibi. Muhafızın, bekçin. Hayatım beni ıska geçiyordu. Bu benim hayatım­dı. Bir ağaç. O çocuk parkında bir ağaç gibi dikilmiş duruyordum. Manzaranın, kendi adına değil de can verdiği çiçekler adına dikkat çekici olan bir parçası. Bütün o hoş görünüşlü çocukları taşıyan bütün o hoş görünüşlü ağaçlar. O ağaçlar dayanıklı görünür. Biri yıkılırsa beraberinde her şey yıkılır. Bütün yapı gümbür gümbür aşağı iner. Onun için, dallarını göklere salmış, üstüne kuşlar gibi çocuklar tünemiş olan ağaç, doğa güçleri ona doğru ne fırlatırsa fırlatsın nöbettedir, çünkü ağaç buna mecburdur."

Claire Kilroy, Asker ile Denizci, Yapı Kredi Yayınları, s.76 (Çeviren: Lâle Akalın)

O zamanlar bir kavanozun içinde farz ediyordum ikimizi. Kimse bir mesafeden fazla yaklaşamaz, kimse odadan içeri giremez, kimse gerçekten yardım edemez. Orada biz bizeyiz ve ne yaşayacaksak yaşayacağız. Alnımın kenarındaki saçlar dökülecek, gözlerim boşluğa bakacak; üzerimde yakası esnemiş bir tişört, mutfak duvarına monte ettiğimiz ahşap plakaya yaslanıp ağzıma bir şeyler tıkıştırırken orada -mutfakta- ne aradığımı düşüneceğim.

.

.


O günler geride kalmış, annelikte belli bir “noktaya” gelmişim, “Cadılar” belgeselinden dahi o kadar etkilenmemişim. Çocuğum yedi yaşına gelmiş. Aslanım, kaplanım ve anneliğin a’sı ile ilgili tek bir kelime daha okumak istemiyorum. Derken… arkadaşım “Hemen Asker ile Denizci’yi oku”, diyor. 

Onu dinliyorum.


Buyurun buradan. 

Yalnız gezegen meğer o kadar da uzakta kalmamış.

Ve neyse ki o kadar da bana has değilmiş.


Asker ile Denizci'de anlatıcının içine sıkıştığı ev, zamanı yutmuş bir gezegen gibi görünüyor bana.

Yani dünya durmuş sen devam ediyorsun. Yaşam bitmiş ama sen kalmışsın. Dışarıda bir şeyler oluyor ve sen içeridesin. Kıyamet de kopsa, sen aynı yerdesin. Yırtıcı bakir ormanlar, iten çeken deniz suları, şehrin ortasında bir çocuk parkı ve hatta IKEA bile... Giden her şeyin ardından geriye kalan paslı bir bina gibi, medeniyetin son temsilcisi gibi duruyor. Oradasın. Yıllar, mevsimler, insanlar geçecek. Yaşayacak ve ölecekler. Sen orada kalacaksın. 

Yaşamayacak ve ölmeyeceksin.



“Bazen ölmemek için kaçmak gerekiyor.”
Elena Ferrante, Karanlık Kız, Everest Yayınlar, s. 71 (Çeviren: Eren Yücesan Cendey)

Anneliğin karanlık yüzlerine bakmak da onlar hakkında konuşmak ve yazmak da büyük mesele... Hain ilan edilmemek için sevginin yüceliğini ispat etmek zorundasın.


O yüzden kitabı okurken, en çok da annelik ortaklığından dışlanan kadınları düşündüm. Asker’i, Karanlık Kız’daki Leda’dan ayıramadım. Farklıydılar. Ama tek bir kişi gibiydiler.

Biri tutunur, diğeri kaçar. Biri gider ve bedel öder; biri kalır ve bedel öder.


Bütün bunların temelinde ne var?

Kutsal annelik miti eskidi. Peki doğal annelik?


Karanlık Kız ve Asker ile Denizci'nin yanına bir kitap daha ekliyorum: Bir Ömrün Emeği


Bu üç anlatı, birbirinden farklı kadınlar aracılığıyla anneliğe dair temel soruları yeniden soruyor. “Bin kez okuduk, bin kez konuştuk” dediğimiz meseleler, eksik bırakılmış halleriyle beliriyor. Kilroy’daki içgüdüsel sevgiyi inkâr etmeyen ama onu kolaylaştırmayan ve onun içinde boğulan “Asker” anneden; Ferrante’deki annelikle bağını koparmak isteyen ya da zaten o bağı hiç kuramamış ama vicdanından da uzaklaşamamış Leda’ya; ve Cusk’ın, kendi deneyimi içinde debelenirken, annelere ve anneliğe ısrarla bir yazar mesafesiyle bakan anlatıcısına (kendisine) uzanan bir çizgide, bu kimliğin temsil biçimleri arasında yürüyoruz.


"...anneliğin cefasını kabul edilemez kılan sadece şikayet tabusu değildir; her sevgi gibi bu sevginin de çelişkili bir özü, hazzın sedefini parlatan bir nebze ıstırap vardır; başka sevgilerden farklı olarak bu çelişkinin çözülme ihtimali yoktur."
Rachel Cusk, Bir Ömrün Emeği, Yapı Kredi Yayınları, s.96 (Çeviren: Roza Hakmen)

Hamile yogası, suda doğum, ritüeller, ebeler, emzirme ve ebeveynlik kitapları... Doğum ekibinin zafer işareti yapan parmaklarının yüzünü kapattığı, yeni doğum yapmış kadını tanıdınız mı? Kayboluş orada başlıyor. Hamileyken ele güne ait olan karnınız, topluma mal olmuş kutsal kabınız sizi dışa dönmeye zorlarken; doğumdan sonra sistem sizi sessizce bir odaya kapatıyor. Önce kamusal alanda parmakla gösteriliyor, sonra evin içine itiliyorsunuz. Önce görünmeli, sonra unutulmalısınız.  


Bir Ömrün Emeği’nde, annelikle özdeşleşen kaygı hâlinin kutsanması üzerine bir bölüm var ki, her şeyin özeti gibi. Uyurken çocuğun nefes alıp almadığını kontrol eden, her sesi duyan, geceleri diken üstünde yatan arkadaşının halinin, toplum tarafından tuhaf değil, tam tersine sağlıklı, gerekli ve doğal kabul edilmesi üzerine sorguluyor yazar. Arkadaşı bundan ötürü utanç içinde hissediyor. Ancak daha zor bir soru var: Eğer çocuğun nefesine kulak vermek bir annenin sevgi ve sorumluluk sınavıysa, bunun tersi nedir? Buna hazır bir cevabımız yok. Ama emin olduğumuz bir şey var: O “öteki” anne de utanç içinde hissediyor.


Kim o öteki anne? Belki bu kaygıyı taşımayan, çocuğun nefesini duymayan, fark etmeyen, belki duymak bile istemeyen biri. “O doğal bir anne değildir!” diyeceksek soralım: Peki “gerçek” bir anne midir?

 

Kutsal, doğal, organik, sahici, otantik, içgüdüsel… Anneliğe daha nice isimler üretiriz… Ferrante ise onun “karanlık yüzüne bakmak”tan söz eder. Belki de o yüz budur: Kalmak, gitmek. Gitmek, kalmak. Zinhar konuşmamak. 


Ama bir gün birileri yazar.

Biz de okuruz. 

O zaman anlarız. 

Doğal değilmişmiş...

Ama basbayağı gerçekti!

 

"Seni sevmek işin kolay kısmıydı. Seni sevmek işin tek kolay kısmıydı."
Claire Kilroy, Asker ile Denizci, Yapı Kredi Yayınları, s.50 (Çeviren: Lâle Akalın)



 
 
 

コメント


©2018 by Günebakan. Proudly created with Wix.com

bottom of page