Yaşamın Yerine
"Zamanı geleni geciktirmemeyi öğrenin çünkü ona yaşamın yerine geçebilecek başka hiçbir şey veremezsiniz [...] Ne var ki sevmeyi bilen öldürmeyi de bilmeli, bunu bir yere not edin, işinize yarayacaktır."
Magda Szabó, Kapı, çev: Hilmi Ortaç, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 95
Bir insanın hayatını kurtarmak onu öldürebilir mi? Ya da şöyle soralım: Yaşatmak adına, birinin kendi kaderini tayin hakkını elinden almak, gerçek bir kurtarış mıdır? Magda Szabó, bir cevap vermektense bizi bu ikilemin tam ortasına atıyor.
Kapının önünde, o eşikte, anlatıcı ile aynı yerdeyiz. Kurtarmaya uzanan iyi niyetli el ile o kişinin onurlu bir biçimde yaşama ve ölme hakkına indirilecek darbenin arasındaki ince çizgide duruyoruz. Romanın zirve noktası burası ama buraya bir anda gelmedik. İki kadın arasında, yıllar boyunca gelişen yakınlığa şahitlik ettik. Üstelik bu yakınlığın sahici bağlarla örüldüğüne ikna olduk. Emerenc’i adım adım tanıdık. Sert mizacının da, evinin kapısını kapalı tutma çabasının da ömürlük bir direniş olduğunu kavradık. Bu direnişin, onun kimliğinin temellerine yerleştiğini de.
Emerenc, sıra dışı, gizemli ve güçlü bir karakter. Mesafeli tavrı ile, toplumun onu ittiği kimliğe rağmen ve tam da o kimliğin çekirdeğinden, kendisini bir otorite figürü olarak konumlandırmayı başarıyor. Evet, o, ayrıcalık sahibi kişilerin yapmaya tenezzül etmeyeceği işleri ondan başka kimsenin beceremeyeceğini savunarak özenle ve istikrarla yapıyor. Kimseye eyvallahı; tanrıya, dinlere ve kurumlara da inancı yok. “Kimin elinde olursa olsun iktidardan nefret ediyor.” Geçmişi acı ve korkunç olaylarla dolu ve onları zaman zaman, alelade bir şeyden söz eder gibi sıradanlaştırarak, karşıdakinin merhametine yer bırakmayan bir atiklikle anlatıyor. Tüm hikâyeleri, onlara sessizce tanıklık eden kedileri ile birlikte evinde saklanıyor. İçeri kimse giremiyor.
Çevresindeki herkes gibi bizi de kendi gücüne inandırıyor Emerenc. Belki de bu yüzden, eşikte durduğumuz o ana kadar hiç sormuyoruz: Yakınlık ve sevgi, iki kişinin arasında bir dev gibi duran iktidarın gözünü yerle bir etmeye yetebilir mi? Yer yer anne-kız, abla-kardeş niteliklerini içinde barındıran bu tuhaf “dostluk” birinin diğeriyle “eş” olmadığı gerçeğinin üzerini örter de, ne zamana kadar?
Kapı açılıyor. Artık Emerenc ve anlatıcı arasındaki ilişkiyi, tarafların toplumsal rollerini de düşünerek ele almaya mecburuz. Szabó oraya sürüklüyor bizi. Üstelik bunu en başta kendini ateşe atarak yapıyor. Kendisine oldukça benzer özellikler taşıyan bir anlatıcı yaratıyor. Onu da bir yazar olarak kurgulayacak ve ona kendi adını verecek kadar da cüretkar biçimde yapıyor bunu.
Anlatıcı, entelektüel bir yazar olarak, toplumsal statü açısından Emerenc’ten üstün bir konumda. Bu fark, aralarındaki ilişkinin çatışma noktasını belirliyor. Magda’nın hayatının sonuna dek pişmanlık duyacağı kararının, sevdiği birini kaybetme korkusunun ve onun için “en doğru olanı” yapma arzusunun bir sonucu olduğunu anlayabiliyoruz elbette. Ancak bunun ötesine geçmeye itiyor yazar bizi. Kararı bir ihanete dönüştüren şeyi sorguluyor asıl. Anlatıcı, istesin ya da istemesin, otomatik bir biçimde “gücü elinde bulunduran” olarak, neyin doğru olduğunu bilme ve karar verme hakkını kendinde görüyor ve bu yolla bir tür “koruyucu” rolü üstleniyor. Böylece karşısındakinin iradesini yok saymakla kalmıyor, aslında bir şekilde kendi iktidarını da pekiştiriyor. Yazarın yardım eli, “daha iyisini bilenin” “cahile” yönelik babacan rolünün bir yansıması. Bu üstünlük o denli baskın ki, aralarındaki dostluğa rağmen, anlatıcı, Emerenc’in dünyaya bakışını kavrayamıyor. Emerenc için kapısını kapalı tutmak, benliğini korumanın bir yolu iken, anlatıcı için bu, anlaşılmaz, belki de yersiz şekilde inatçı bir karar olarak görülüyor.
Szabó’nun bu “kurtarıcılık” ile bir derdi olduğu aşikar. Romanlarında yardımsever eylemin ikiyüzlülüğüne, iyiliğin sınıfsal köklerine ısrarla dikkat çekiyor. Iza’nın Şarkısı’nda, annesi yerine karar veren Iza; Kapı’da, Emerenc yerine karar veren Magda. Yavru Ceylan’da ise anlatıcı çok net bir soru soruyor: “Yetişkinlerin de inanacağı, en önemlisi parayla sağlanmayacak, fakirlerin de yapabileceği iyilikler bulmak inanılmaz zordu. Bunun sıkıntısıyla bacaklarımı tırmalayıp dururdum. Sen, her gün için masrafsız ve inandırıcı bir iyilik bulmanın ne kadar zor bir şey olduğunu bilir misin?”
Kapı yerinde yok.
Emerenc’in hayatı kurtulsa da, kendisi öldü. İnşa ettiği kimliği yıkıldı. Oysa o, kimsenin onun çaresizliğini görmesine müsaade etmeden ve kimsenin bakımına muhtaç olmadan ölmek istemişti. Yaşamak ve kurtarılmak başka başka şeylerdir. Emerenc “kurtarılmak” istememişti. Yaşamın kutsallığı dahil hiçbir kutsala biat etmeyen bu kadın için “bu şekilde” var olmak ne ifade ederdi?
Travma ve İyileşme adlı eserinde, Judith L. Herman, baskıcı kontrol yöntemlerinin farkında olan siyasi mahkumların, otonomi duygularını sürdürmeye özel dikkat harcadıklarını belirtir. “Direnmenin bir biçimi de küçük taleplere razı olmayı ve ödüllendirilmeyi reddetmektir,”** der ve açlık grevini, direnmenin nihai ifadesi olarak tanımlar.
Emerenc’in kapısı da benzer bir duruş gibi geliyor bana. O, yaşamının son anlarında bile kontrolü elinde tutmak ister: Evinin, bedeninin, kimliğinin kontrolünü. Kapı, yalnızca geçmiş travmaları saklayan bir sığınak değil, “yaşam hakkı” bahşeden tüm erk sahiplerine karşı bir meydan okumadır. Sonuçta, “Ölüler her zaman kazanır. Kaybedense yalnızca hayatta kalan olur.”***
** Magda Szabó, Yavru Ceylan, çev: Yasemin Pichler, Yapı Kredi Yayınları, Sayfa 61
*** Judith L. Herman, Travma ve İyileşme, Şiddetin Sonuçları Ev İçi İstismardan Siyasi Teröre,
**** Magda Szabó, Kapı, çev: Hilmi Ortaç, Yapı Kredi Yayınları, Sayfa 237
Comments