top of page

Olgun, vakur, oturaklı çocuklar

İlk on beş gün, "ne kadar sakin bir bebek" dedik durduk. Uzun uzun uyur, sesi gıkı çıkmaz. 

Hastanede elindeki eldiveni yalamaya çalışırken kafasına taktıkları bere gözlerini kapatmış, sonra videodan izledim. "Orada bile hiç ağlamadı" demişti annem.  15. günden sonra artık ne olduysa, kucağımdan koyduğum an uyanmalar, durup durup ağlamalar başladı. "Çocuğun huyu değişti”den tutun da, "mama ver mama"ya varan bir yığın göz devirme ve sineye çekme ile geçen günler. . “Ben mi çok gerginim acaba?" "Lohusalık böyle bir şey mi?" Sürekli soruyorsun, her şey doğru mu diye. "İyi mi, her şey yolunda mı?" Yol ne, o sırada bilmiyorsun hiç.  3 aylıktı herhalde, Sepin'i (İnceer) aramıştım. Genel bir "napıcam" demek için. Sepin, kucaktayken ağlamasına izin vermekle ilgili konuşmuştu. Bir de demişti ki "Eğer kendini geriye geriye atıp da ağlıyorsa o doğum travması olabilir.” O zamanlar doğumdu travmaydı düşünecek halim yok tabii, ben travmanın kendi olmuşum. Uykusuzum, düşünemiyorum, hissedemiyorum. Aradan zaman geçti. Ben zamanla Rüzgar'ın ağlamasıyla barışmayı, o ağlarken sakinleşebilmeyi, onu dinleyebilmeyi öğrendim. Çok da kolay olmadı. Ama bir şekilde o ağlamaların içinde iyi bir şeyler olduğunu anladım. Sonra, herhalde 2 yaşa yakın bir gün. Hangi akla hizmetse, "Rüzgar sen nasıl doğdun" dedim. Kucağımda duruyordu. "Böylee" deyip başını geriye doğru atıp sarktı.

Bebekler, bizim onlar hakkında bildiklerimizden de bizim yaşam hakkında bildiklerimizden de daha fazlasını biliyorlar. Bilmeden biliyorlar. “Böyle.” 

 

Buda’nın dört yüce gerçeğinden ilki, Duhkha. Acı. Ve acı, geçirebileceğimiz bir şey değil.  Yaşamın kendisi, büyük bir acı ile başlıyor. Doğum, içine kıvrıldığımız yuvarlak, yumuşak ve rahat yerden yabancı bir dünyaya geçiş; bir kaybediş. Bir bebeğin bu halin içinde yapabileceği tek şey ağlamak. Bildiği tek dil bu. Feryat ve figan.

Yoga ile, kendi bedenimizi dinlemeyi; kendi doğamızdan gelen işaretleri almayı ve onlara saygı duymayı öğreniyoruz. Çocukların göz yaşları da birer işaret. Çoğu zaman “olmasın, üzülmesin” ricamız, bir yerden sonra bir ihtara dönüyor. Üzüntüyle ne yaparız bilmediğimizden onu yok saymaya ya da düzeltmeye çalışıyoruz.  Sadece bu da değil, küçük bir çocuğun uslu, sessiz ve hatta “olgun” olması matah bir şey olarak kabul edilmiş. Sürekli olarak doğasını reddederek bir şeylere uyum sağlaması gerekmiş. Birden bire ve habire. Lambalara, masalara, yabancılara, dünyaya. Otomobil koltuklarına, bebek arabalarına uyum sağlaması. Olgun, vakur, oturaklı çocuklar. Öyle uyumlansınlar ki, bir sesleri, çığlıkları, bir izleri olmasın. Doğalarını, duygularını, acıyı unutsunlar.  Geçen gün, - çok da manidar bir şekilde- Rüzgar bir kırık bisküvi yüzünden zarıl zarıl ağladığında bunları düşündüm. Sanırım hayatımda, omuzlarımdan kat kat kumaşları atmamı sağlayan şey, Rüzgar’ın ağlamalarına kulak vermeyi öğrenmek olmuş. Geçirmeye ve düzeltmeye çalışmadan sarılabilmek, tutabilmek, durmak. Aslında böylece hatırlamak: doğayı, duyguları, acıyı. 


bottom of page