top of page

Kulağım Bitip de Ses Nerede Başlıyor?

"Kulağım bitip de ses nerede başlıyor? Bu kelimeler bitip de zihin nerede başlıyor? Nefes aldığımda, nefes, bedenimin bir parçası olmadan önce burun deliklerinden ya da solunum sisteminden nereye kadar geçmek zorunda? Eğer bir parça ekmek yersem, hangi noktada o artık ekmek değil ve benim bir parçam? Düşünceler zihinde nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Bu insan bedeninin çoğunu oluşturan sular, nerede nehirlerin, göllerin, okyanusların sularıyla buluşuyor?"

Bu sözler, Michael Stone’un her daim elimin altında duran “Yoga In a World Out Of Balance” kitabından.  


David’den (Cornwell) öğrendiğim ve yıllardır uygulayıp öğrettiğim Zen nefes meditasyonu çalışmasında, beş farklı aşama var. İlk aşama nefes verişlerden sonra; ikinci aşama ise nefes alışlardan önce saymak. 1'den 10'a kadar. 10'a geldiğinde, yeniden başlamak üzere 1'e geri dönüyorsun. Diğer aşamalar da sırasıyla (ve kabaca): dikkati nefesle beraber bedende değişen duyumlara getirmek, dikkati burun deliklerine getirmek ve son olarak da dikkati tamamen serbest bırakmak. İlk iki adımın ne kadar önemli olduğunu düşünüyordum son zamanlarda. Bu haftanın meditasyon dersinden sonra da biraz bununla ilgili konuştuk. Bir nefes alış nerede başlıyor ve nefes veriş nerede bitiyor? Nefes verişten sonra ve nefes alıştan önce ne var? Bütün bunları ayıran ve birleştiren ne? 


Bu aslında birçok sorunun da sorusu. Geçmiş nerede bitiyor, gelecek gelmeden hemen önce “şimdiki an” nerede başlıyor? Zaman böyle bölüp parçalayarak içine yerleşebileceğimiz bir şey mi?


Anda kalma konusunun, bireyciliğin kutsandığı dünyamızda önemli bir başlık olduğu tartışmasız. Önce içimize, kendimize bakmak, önce kendimizi anlamak, önce kendimizi bulmak, önce kendimizi sevmek... Çoğu zaman bir ağız alışkanlığına dönüşen sözcükler.

Kendini her şeyin öncesine koymanın, çizgisel ve hiyerarşik bir anlayışa önayak olduğu, öyle ya da böyle dışarıda bırakan bir yaklaşımı işaret ettiğini düşünüyorum. Kendini bilmek, kendine bakmak, kendini görmek neden başkalarını görmeyi ertelemeyi gerektirsin? Kendimize bakarken başkalarına da bakamaz mıyız? Hem, biri tarafından sevilmemişsek kendimizi sevebilir miyiz?


Her şeyi insanın kendinde arayıp bulmasını ve çözmesini öngören sistem, hem bireyi her şeyin merkezine koyuyor hem de her acının ve kötülüğün sorumluluğunu ona yüklüyor. Önce iki şey sunuyor size: sorumluluktan kaçmak için bir neden (çünkü önce kendinizi gerçekleştirmeden topluma yararınız olamaz) ve kendini özel ve önemli görmek için bir başka neden (çünkü her şeyin cevabı sizin içinizde). Sonra da bu iki “hediye”, başınıza musallat olan tüm belalardan sizi sorumlu tutuyor. Yeterince içeri bakamamış ya da yeterince yargısız ve nazikçe bakamamış olabilirsiniz. Ya da içeri bakarken tam olarak anda kalamamışsınızdır. Sonuçta bütün bunlar sizin kendi kişisel meselenizdir. 

Tam da bu insan odaklı perspektif yüzünden toplum, doğa ve insan değerlerini ayrı kategoriler olarak algılıyoruz; ekonomilerle yanan ormanlar, sınıf sistemi ile toplumsal yalnızlaşma, savaşlar, seçimler ve iklim krizi arasında herhangi bir bağ kuramaz hale geliyoruz. Mindfulness kavramının kaynağı olan Budist felsefedeki“her şey her şeyle bağlantılıdır”  anlayışı ne ara insanın iç dünyasına sıkıştı?  


Bize söylenen gerçekten de bu değil mi? Değişim (hatta bunun için “devrim” kelimesi dahi kullanılıyor) ancak birey özelinde gerçekleşebilir. Bireyler kendi içlerine ne kadar derinden bakabilir, kendi hislerini ne kadar iyi anlayabilirlerse toplumsal değişim de bunun bir sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Tüm belalar, geçmiş ve geleceği düşündüğümüz için, şimdiki anda kalamadığımız için olur. Tam da bu yüzden olan her şey bize müstehaktır. 

Bütün bunlar bize, yaşadığımız sıkıntıların sürekli olarak sırtımıza yüklenen ve bizi ezen sistemin kendisiyle ilgili olamayacağını ima ediyor. Ronald Purser, "Neoliberal'den Sosyal Mindfulness'a" başlıklı yazısında bunun olsa olsa, son derece "özel, öznel ve içsel" bir konu olarak lanse edildiğini söylüyor. Herkesin kendi kendine halletmesi icap eden bir mesele olduğunu. 


İçinde olduğumuz şu salgın günlerine bakın. Evde kalamayanları (çalışmak zorunda olanları), evi olmayanları, evde güvende olmayanları düşünmeyen bir devletin sorumluluğunu yok sayıp, “EvdeKal” nidalarıyla bir sosyal felaketin sorumluluğunu birbirimize yüklüyoruz. Olanlar bizim ya da bizim gibi birilerinin suçuymuş gibi. 


Biri işten çıkarıldığında bu kurumsal kültürünün suçu olmuyor da değişime açık olmayan, kendini yeterince geliştirmeyen ya da kişisel gelişimine önem vermeyen çalışanın meselesi oluyor. 

Kendinizi daha önce hiç yaşamadığın bu sosyal felaket ortamında tedirgin mi hissediyorsunuz? Bu sizin sorununuz. Siz izin vermediğiniz için dertleriniz yok olmuyor. Bütün bunların sosyoekonomik koşullarla ve kötü siyasetle filan ilgisi olamaz. Zaten sizin bunu engellemek için yapabileceğiniz pek bir şey yok, tek yapabileceğiniz kişisel olarak durumdan etkilenmemenin yollarını yine kendi içinizde bulmak. 


Adeta bir reklamı metni. Arkanıza yaslanıp kendinizi akışa bırakmaya ne dersiniz?

Ronald Purser'in yukarıda bahsettiğim yazısında, psikolog David Smail'e göndermeler var. David Smail, hem psikolojik problemlerin ve hem de değişimin kendisinin tüm yükümlülük ve yetkisinin bireyin iradesine terk edilmesini"büyülü gönüllülük"olarak tanımlamış.  


Stresi, sıkıntıyı ya da Budist litearatürdeki adıyla “acı çekmeyi” kişinin kendi kendine aşması gereken bireysel bir mesele olarak ele aldığımızda, Ronald Purser'in deyimiyle “mindfulness, geçmişi unutturan ve aynı anda ütopist hayal gücünü engelleyen bir sosyal anestezi görevi görüyor.” Purser, bunun doğrudan statükoyu koruyan bir araç olduğunu söylüyor[1]. Slavoj Zizek'e sorsanız, insanların sisteme biat etmesi için uyuşturucu görevi gören bir ideolojik araçtan başka bir şey değil bu. 


Duygu, düşünce ve davranışlarımız; sıkıntı, stres ve kaygımız ekonomik ve sosyal koşullara bağlı olmayabilir mi? David Smail, neden mutsuz olduğumuzu anlamak istiyorsak, içinde yaşadığımız dünyaya bir nevi “dışgörü” geliştirmeliyiz, demiş. "Bu bize, tevazuyu, şefkati ve ortak insanlığımızı anlamayı teşvik eden bir bakış açısı sunacaktır." 


Açacak olursak şöyle denebilir belki: Kendinle aşırı alakadar olmamaktan gelen tevazu. Kendine ya da başkasına diye bir ayrım yapmamaktan gelen şefkat. Diğeriyle bağlantıda olmaktan ve gerçekten dinlemekten gelen ortak insanlık anlayışı. 

Thich Nhat Hanh da “İnsan olarak çektiğimiz acının etrafımızda olan acı ile kopmaz bir bağı var.” diyor. "20. Yüzyıl bireyciliğin yüzyılıydı. Artık bunu istemiyoruz. Bir topluluk olarak yaşamak istiyoruz. Bir nehir gibi akmak, bir su damlası olarak değil.”


Yoga metinlerinin ne kadar büyük bir kısmının etik meselelere değindiği aşikar. Patanjali, Yoga’nın Sekiz Kolu olarak tanımladığı sistemde, "aydınlanmaya" giden yolun başında büyük ölçüde etik kuralları içeren Yama ve Niyamaları koyuyor. Patanjali’nin Yoga’nın sekizinci kolu olarak tanımladığı “Samadhi”, “bir araya getirme” kelimesinden türemiş. Michael Stone, birçok geleneksel yorumun dışına çıkarak bu kavramın tercümesini şöyle yapıyor:  “yakınlık ve bağlantı kurmak”

Belki de gerçek anlamda bir “farkındalık”, katı, hareketsiz ve sabit bir gerçeklikte sıkışan anı yaşamak değildir. Geçmişi ve geleceği içine alan her şeyle bağlantıda olmak demektir. Zen meditasyonundaki gibi, 1'e geri dönmek. 


Mindfulness kelimesi, Pali dilindeki sati (ve Sanskrit dilindeki smṛti) kelimesinin tercümesi olarak ortaya çıkmış. Sati, “hatırlamak” demek. "Geri dönmek". 


---


Başka bir boyutta, Nazım Hikmet ne güzel demiş:


“Akşam nerede bitiyor, nerede başlıyor şehir 


Şehir nerede bitiyor, sen nerede başlıyorsun 


Ben nerede bitip, nerede başlıyorum?”




[1]Bu konuda okumak isterseniz, Ronald Purser’in Guardian’da yayınlanan makalesinin Türkçe versiyonunu şuradan okuyabilirsiniz: https://vesaire.org/neoliberalizm-son-tuzagi-mindfulness/amp/
 
Ben de şuradaki makaleden epey yararlandım bu yazıyı yazarken: https://www.powells.com/post/original-essays/from-neoliberal-to-social-mindfulness


Comments


bottom of page