top of page

Kınaçiçeği Çukuru

"Hatıralar kimseye aktarılmıyor, maalesef."
[Magda Szabo, Iza'nın Şarkısı, Yapı Kredi Yayınları, Sayfa 24]

Hint mitolojisinin önemli bir parçası olan Krişna hikayelerinden birinde, çocuk Krişna bir gün sokakta oynarken yerdeki toprakları yemeye başlar. Anne endişe içinde Krişna'nın yanına koşar: "Yine toprak mı yiyorsun?" Ağzı kapalı bir şekilde “Hayır,” diye cevap verir Krişna. Annesi oğlunu tutar, ağzını açar ve dişlerinin, damağının, dilinin çamur içinde olduğunu görür. Elleriyle Krişna’nın çenesini kavrarken, daha da derine bakar ve orada tanıdık bir karanlık bulur. Gözlerini, gece gökyüzüne bakıyormuş gibi diker. O karanlıkta, parlak ayı, yıldızlarla dolu gökyüzünü ve hareket eden takımyıldızları fark eder. Derken kendisini görür, kendisini Krişna'nın annesi olarak görür ve bayılır.*


O anlık deneyim, anne Yaşoda'nın zihnini öyle kaplar ki bu anlayışı sürdüremez. Küçük ağzın içinde gördüğü dünya ve oğlunun kendisinden bağımsız olduğu gerçeği ona ağır gelir. Zihnindeki aydınlanış anı silinir, annelik kimliğine geri döner ve Krişna'yı yeniden sıradan bir çocuk olarak, -kendi çocuğu olarak- algılamaya başlar.


Bu hikayeyi okuduğumda Rüzgar iki-üç yaşlarındaydı. Ağzın içindeki evren fikrini hızlı geçmiştim (evet evet “çocuklarımız bizim çocuklarımız değildiler"). Ben daha çok annenin düşüp bayılması sahnesinde takılıp kalmıştım. Şimdi aradan yıllar geçmişken, hikayeyi tersinden düşünmeyi deniyorum: Çocuk Krişna, annesinin çenesi tutup ağzının içine bakabilir miydi? Diyelim baktı, içerideki karanlık evreni görebilir miydi? Yani “çocuklarımız bizim çocuklarımız değildi," tamam. Evet evet, “onlar kendi yollarını izleyen hayatın oğulları ve kızlarıydı.”** Peki ya anneler? Anne olmak dışında neydiler?

 

Iza’nın Şarkısı’nı okumamdan yaklaşık üç gün sonra tepeme şimşek gibi inen tam da bu oldu işte. Bu bir yas hikayesi miydi? Kuşaklar arası uçurumun tepesinden mi itti mi beni? Aileler içindeki kopukluğu yüzüme mi vurdu? Kendini yaşlılık, yalnızlık, ölüm üzerinden mi anlattı?


Etelka ve Vince’in gençken öpüşmek için gittikleri "Kınaçiçeği Çukuru" adlı eski mahallenin şantiye alanına dönüşmesi gibi, savaş sonrasında seri bir biçimde değişen mekanlar ve kimlikler romanın zeminin oluşturuyordu. Bu zeminin sarstığı şeylerin üzerinden işte, beni en çok Etelka’nın yabancı kentte tramvayla yaptığı sessiz yolculuk anları vurdu. Gittiği yerleri bilmeden, sokaklara inmeden, hiç yürümeden dolaşan, susan bir kadın. Annelerin toprak ve çamurla dolu, kapalı ağızları...


"Kışın yağan kar gibi - eli yüzü bembeyaz!"

[Sayfa 18]


Iza çocukken, o şarkının devam etmesini istemezdi. Iza, üzücü hikayelerden hoşlanmazdı. Geçmişten ve geçmişle ilgili konuşmaktan da. "Iza'nın yapacak işi çoktu, ağlamak ve düşünmek için zamanı yoktu pek." Iza, yeni ise, annesi Etelka eskiydi. Etelka taşra ise -Kınaçiçeği Çukuru-, Iza şehirdi -büyük, tuhaf şehir-. Iza, bir apartman dairesiyse ve Etelka düz ayak bir evdi. Biri ekmek kızartma makinesi, diğeri ispirto ocağı. Birinde apartman kuşları dışında hiçbir hayvana yer yoktu, diğerinde Kapitany adında bir tavşan vardı. Evin malikleri değişirdi ama tavşan, herkes öldükten sonra kalacak ebedi bir varlık gibi beklerdi.


Krişna hikayesinde, annenin yaşadığı aydınlanma, kendisini çocuğunun bakımından sorumlu biri olarak görme algısını sarsar. Yaşoda için bu, anne kimliğinin, daha büyük bir gerçekliğe tanık olmasıyla bir an için gölgede kaldığı derin bir uyanış anına dönüşür. Ve uyanış ne korkunçtur! Kadın bu bilgi ile yaşamını sürdüremeyecektir, o da yere düşer.


Peki, annenin, koruma içgüdüsüyle çocuğunu kendinden bağımsız bir varlık olarak görmesindeki zorluk ile çocuğun annesini ayrı bir insan, duyguları, dürtüleri, istekleri olan bir kadın olarak algılamasının imkansızlığını birbirinden ayırmak mümkün mü? Roman bir ninni gibi sessizce fısıldıyor işte: Yıllar geçecek, ebeyenler yaşlanacak, birileri ölecek birileri hayatta kalacak ve çocuklar annelerine annelik edecek.


Ancak bir ebeveynin çocuğuna bakmasından farklı olarak böylesine "tersten" bir bakım vermede baskıcı, sınırlayıcı bir el var. (Bu eli, Kapı'da Emerenc ve anlatıcı arasındaki ilişkide de görüyoruz: Bakım vermek ne zaman birini muhtaç kılar? Hayat kurtarmak ne zaman birinin kendi kaderini tayin etme hakkını gasp eder?) Iza'nın Şarkısı'nda, Iza, annesini sınırlı bir perspektiften görüyor: kendisini yetiştiren figür şimdi bakıma muhtaç birine dönüştü. Ona evinde yer açması, onun yerine karar vermesi, eşyaları ve hayatı onun için düzenlemesi gerekiyor. Bu sırada annesinin yasını, iç dünyasındaki karmaşıklığı ve derinliği algılaması imkansız. Üstelik bu, Iza Iza olduğu için böyle değil. Annelik zaten, toplumsal bir işlev olarak tanımlanagelmiş. Etelka'nın bir insan, bir eş, bir sevgili olarak yaşadığı keder ve kocasının yokluğunda, tanımadığı bir şehrin tanımadığı bir apartman dairesinde hissettiği yalnızlık, ona atfedilen rolün sınırlarının çok ötesinde kalıyor. Iza bunu anlayamadığı gibi Etelka da açıklayamıyor.


"Yaşlı kadın kızına doğru koşma, onu çocukluğundaki gibi okşama, ağlamasına mani olmak için onu teselli etme isteğiyle ona dayanıp kendini koyverme ihtiyacı arasında bölünmüş hissetti kendini."
[Sayfa 24]

Üstelik bu kopukluk, iki kadının da suçu değil. Belki de bu yüzden roman, odağına tek bir kişiyi koymuyor; karakterler arasında seçim yapma konforunu elimizden alıyor. Etelka'yı metropolde "tutunamayan" bir taşralıya, Iza'yı da modern zamanları temsil eden soğuk, katı, bencil bir varoluşa hapsetmiyor.


Kapı’da, Emerenc’in yalnızlığının anlatıcının yalnızlığını yansıtması gibi, burada da yalnızlık, iki karakter arasında pay ediliyor. Etelka, hiçbir yere varmamak üzere bindiği tramvaylarla dolaştıkça birbirini seven iki kadın arasındaki mesafe açıldıkça açılıyor.


Iza'nın şarkısı -çocukken babasının söylediği ama Iza tamamını dinlemeye dayanamadığı için sonunu getiremediği şarkı-, bu kadının gerçekte kim olduğuna dair bir güçlü ipucu sunuyor bize. Dışarıdan bakıldığında "kimseye eyvallahı olmayan" Iza, kendi dünyasında derin bir boşluk içinde yaşıyor. Umursamaz biri olduğu için değil, üzücü sözlerini duymaya dayanamadığı için o şarkının sonunu getiremiyor.


Yumuşak, yatıştırıcı, sakinleştirici etkisiyle bebekleri sallayıp uyutan ninnilerin, ağır, zor, dertli sözleri beni hayrete düşürmüştür hep. Iza'nın Şarkısı da, -adı üstünde- bir ninni gibi, sessiz, yumuşak bir biçimde yıkıyor bizi. Kaybolan bağları, sonunu getiremesek de bildiğimiz acıklı şarkıları, birbirimizin ağzının içini görmenin önüne geçen rolleri, yer değiştirip duran mekanları ve kimlikleri anlatıyor. Krişna hikayesindeki gibi bir uyanma ve düşme anı sunuyor bize. Kendi rollerimizin içinde sıkışıp kaldık, doğru. Birbirimizin ağzını açıp bakamayız, saklı gezegenleri göremeyiz. Göremeyiz ve onları görmüş gibi de yapamayız. Ama işte, hâlâ bir şansımız var. Bir roman er ya da geç bizim için tüm ağızları açacak. Bizi o koca karanlık evrenin gözünün içine bakmaya mecbur kılacak.


"Mumların yandığı kulenin en tepesinde
Bakireye veda şarkıları yankılanıyor .
Yukarı odadaki genç kız
Matem yatağında
Beyaz kefeniyle yatıyor
Kışın yağan kar gibi
Beyaz ve soğuk vah!
Yıldızlı gökleri çoktan sönmüş
...
Bense, gözyaşları içinde
Senin yanına uzanmak istiyorum"
Çiçekli kız."
[Sayfa 214]

 

 *Michael Stone, The Inner Tradition of Yoga, s.90

**Halil Cibran, Ermiş

 


 Magda Szabo, Iza'nın Şarkısı, Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Hakan Tansel

 

 

Comments


bottom of page