Herkes. Her Şeyi. Zaten. Biliyor.
Çıktığım tüm yolculuklar, yıllar önce, kimseye ses etmeden Senem'in yanına İzmir'e gidişimi aklıma getiriyor. Biliyorum ki insanı kilometrelerce uzağa uçuran da, şuradan kaldırıp boğaza atıveren de aynı yolculuğun hissi. Her gidiş, bir kavuşamamaya denk.
Böyle bir anda çıktığım yollarda genelde kendimi, rüzgarda saçları uçuşan bir film karakteri gibi hayal ederim. O hayalde, diğer insanlar tarafından görülmez bir uçuculukta oradan oraya salınır dururum. En gerçekçi kararlarımı oralarda alır, en büyük adımlarımı o zamanlar atarım. Bir gerçekliğin içindeyken, o, gerçeğin ta kendisi oluverir.
Başımı alıp Balkanlara gittiğim de böyle bir zamandı. Birden bire kendimi Saraybosna sokaklarında buldum. Güzelliği başımı döndüren bu şehir, nasıl anlatsam öyle değil. Önce yemyeşil dağları gördüm, şehri yarıp geçen nehri, berrak, tertemiz. Dar sokakları, uzayan, genişleyen caddeleri, caddeleri ve sokakları çevreleyen evleri. Sonra o evlerin duvarlarındaki delikleri gördüm. Bir mabet gibi kök salan o büyük mezarlığı. Mezar taşlarının yanı başında duran iskemleleri.
O iskemlelerde oturan yaşlı kadınları hayal ettim. Dudak arasından havaya, toprağa sızan birkaç mırıltı, seslenme, dua işittim. Toprağın üzerine itinayla kondurulmuş plastik çicekleri gördüm. Her haliyle buranın yaşanan, canlı bir yer olduğunu anladım. O çiçekleri alan, getirip buraya bırakan eli düşündüm. Ölümün, kalanların hayatlarındaki ağırlığını, ölümün toprağın altındaki ağırlığını... Baktığım her yerde, her yüzde, savaşın bıraktığı izleri gördüm. Sonra neye baksam bir iz gördüm. Her izde savaşı gördüm. Savaşın kaşlarını, gövdesini, kalın giysilerini. İçime gelip o his oturdu yine. O en geçmişten son geleceğe uzanan, o uzak yakın his: hüzün.
Baş Çarşı'daki çeşmenin karşısındaki kahveye oturdum. Besim. 60'larının sonlarında bir adam. Beyaz kirpiklerini hatırlıyorum en çok, bir de yüzünün bir tarafındaki felç izini. "Arkadaş arkadaş!" Nereden geldiğimi, sordu. Bir sigara yaktı. Savaşta ölen yakınları, kaybettiği sağlığı, arsaları, yanan evler, yitirdiği anılar... Şimdi yaşadığı evin odalarını kiralıyormuş. Yazın çok turist oluyormuş. Kartını veriyor. Saraybosna'ya turizm gelmiş, bir umut oteller yapılmış, evlere yeni odalar, yeni odalara yeni yataklar konmuş, tertemiz çarşaflar ve yastık kılıfları ve hatta uyulması gereken kurallar, kuralların uyulması gerektiği söyleyen turizm ofisleri açılmış. Bir zamanlar başka başka işler yapan, başka başka dükkanlarda, tarlalarda çalışan insanlar, kendi evlerinin küçük odalarının otelcileri olmuşlar. Beyaz üzerine mavi basılı harflerle, ad soyad, adres ve telefon numarası. Elden ele dolaştırın. Kışın da gelin. "Kışın burası bir başka olur."
Gözlerimi yüzünün kıpırtısız yanında gezdiriyorum. Aklımda armalı armasız asker şapkaları, tanklar, tüfekler beliriyor. Bir fotoğrafta zaman durmuş, bir adam, yanan bir binanın önünde bir sigara tüttürmüş, bir diğeri zafer işareti yapıyor; yaşlılar, kadınlar ve çocuklar ellerinde çantalar ve torbalarla yol yol yürüyorlar. Haber kanalında şehir toz duman, bir adam mermilerden kaçıyor. Bir savaş filmi, etraf siyah beyaz. Zaman geçmiş ama tanınmış, görülmüş. Zaman yepyeni. Zaman gelecek. Ben ilkokuldayım. Televizyon ekranı ışıklar saçıyor, spiker kadın başını eğiyor. Zaman, annemin yüzündeki sarı ifade. Bütün bunlar, Baş Çarşı'daki kahvede oluyor. Hepsi, Besim'in yüzünün kıpırdamayan yanında. Olanlardan habersiz, gülümsüyor Besim, sorular soruyor. Evli miyim. Öğrenci miyim. Mutlu muyum. Ben Besim'e sorular hazırlıyorum. Ailen, çocukların nerede.
Konuşmak istemezsen, diyorum anlarım. "Anlatacak bir şey yok ki" diyor. "Herkes her şeyi zaten biliyor."
Bense daha önce hiç duymamış gibi soruyorum. Sorularıma cevaplarımı onaylasın diye. Beni temize çıkarsın diye. Acıya yer açılsın, merhamete yer açılsın. Oysa: "Herkes. Her şeyi. Zaten. Biliyor." O zaman da öyleydi, şimdi de.
Şiddetin en gizli yüzü, kaçınılmaz şekilde görünür oluşu. Kulaklarım kızarıyor. Besim soruyor. Bosna kahvesini beğendim mi, cevabcici yedim mi, kardeşim var mı, sevdiğim var mı. Bayramda bana kart atar mısın, diyor Besim. Bir fotoğrafını gönderir misin.
Her şey artık görmezden gelemeyeceğin kadar apaçık ortadaysa, gördüklerine bakmamayı ya da olanlara kılıfına uydurulmuş nostaljik bir empatiyle yaklaşmayı seçersin. Birinde katı kayıtsızlık, diğerinde suni duyarlılık. Aynı ikilik, aynı ayrılık, aynı ötekiler.
Bosna'da yaşanan katliamın üzerinden yıllar geçmiş. İnsanlar, üzerlerinde mermi izleri bulunan binaların pencerelerine saksılar koymuş, saksılara renk renk çiçekler ekmişler. Yaşama devam ediyorlar.
Bunlar olurken, aynı şiddet, ekranlardan aynı ışıkları saçarak çoğalıyor ve dünyaya gelecek tüm çocukların üzerine kalacak utanç, o an da var. O anda, yani Baş Çarşı'daki kahvede. İşte tam orada, Besim'le aramıza duvarlar inşa eden hikayeler ve yüzlerimizin bir yanındaki hareketsiz derilerimiz, kıvranan merhamet, bilenen öfke ve bir türlü kapanmayan yaralar var.
.
.
.
"Limonata içer misin?"
Bir anlık cesaretle, gözlerimi Besim'in yüzünün hareketsiz tarafından ayırıp onunla göz göze geldim. Havanın sıcaklığını hissettim ve şehrin kalabalığını. Garson çocuğun hızlı adımlarını gördüm. Yoldan geçenlerin selamlarını aldım. Çeşmeden buz gibi su aktı. Kahveye yeni insanlar geldi, çay, kahve, limonata içtiler. Limonatanın içinde limon parçaları vardı. Beyaz şeker bardağın dibine çöktü.
“Kışın da gel. Dağlar, nehirler bir başka olur.”
2010, Ağustos
Saraybosna
Σχόλια