top of page

Doğru Şekil



“Bu çocuk sonsuza dek emecek herhalde” diye yine kendi kendime söylendiğim bir gün, “doğru” şekilde ebeveyn olmakla ilgili ne kadar çok dışarıdan bilgiye maruz kaldığımı ve bu dışarı bilgilerin ne kadar büyük bir kısmının aslında içime sinmiyor olduğunu fark ettim. Mesele emzirmeye devam etmek ya da etmemek değildi. Mesele benim bu konuda içimden ne geldiğini bilmiyor oluşumdu. İç sesimi nasıl bulacaktım? Meditasyona otursam çıkar mıydı? İyice düşünsem? Çocukluğuma insem? 


Rüzgar'ın meme emme sürecinde bir dönemece geldiğimizi sezdiğim bugünlerde, kendi iç sesimin, bir yerlerden çıkıp gelecek, bana “şöyle şöyle” yapacaksın diyecek olan bir başka “ben” olmadığı anladım. Aslında bir sesi ya da birini aramaktansa, “çözmeye çalışmayı” bıraktığımda o şey sorun olmaktan çıkıyordu. Sorun yerine ilişki geliyordu. İlişki geldiğinde, uyum ve uyumsuzluk, kolaylık ve zorluk, birbirinin zıttı olmaksızın bir arada durabiliyordu. 


Rüzgar'ı şimdiye dek, en olmadık zamanlarda, en saçma sapan şekillerde saklanmadan emzirdim. 

"Toplumunsallananparmaklarından" hiç etkilenmediğim için de değil üstelik. Emzirmek benim için, o zamanda ve o koşullarda dünyanın en normal şeyi olduğu için. Emzirememeyi ya da emzirmek istememeyi de dünyanın en normal şeyi olarak görüyorum. Ne doğurmak, ne emzirmek, ne çocuk büyütmekle ilgili bir standardım, takip edebildiğim bir “bilmemne parenting” akımı oldu. Uykusundan yemesine oynamasından durmasına çocuğun her anını “bilmeye” ve kontrol etmeye ve diğerleriyle çatışarak kendini yüceltmeye yönelik sistemler gibi geldi bunlar bana hep. Sanki her yerde sistemler vardı, garip gurup gruplar içerisinde çocuklar, anneler, babalar kayboluyordu, yok oluyordu. Fark ettim ki bir akımın, furyanın parçası olarak, aslında en önce en doğruyu bilmeye çalışıyoruz ve aslında bu şekilde kendi ihtiyaçlarımızı görmekten daha da uzaklaşıyoruz. Oysa hamilelikten itibaren doğanın bizi hazırladığı belki de tek şey, bilmemekle kalabilmek.


Gerçekten de hamilelik, bana, her şeyi bilme arzumu ve telaşımı bırakmayı öğreten, başıma gelecekleri öylece beklediğim bir dönemdi. Rüzgar'ın doğumuyla birlikte ise, daha ilk andan itibaren her şeyi nasıl oluyorsa, en iyi, en "karından" bildiğim günler başladı başlamasına ama her daim tersini söyleyen birileri vardı, en doğru ve hatta en doğal şekilde çocuk nasıl yetiştirilir yazan kitaplar vardı, ekoller, okullar ve sistemler... Günde x saat uyumazsa olmaz. Gündüz x saatten fazla uyursa olmaz. 6 aylık olunca odasını ayırman gerek. 2 yaşından sonra çocuk emzirilmez. Emzirmedin mi, en iyisi öl. Uyku eğitimi verirsen çocuğu mahvedersin. Şu yaşa kadar uyku eğitimi vermezsen çocuğun büyümez, uykusuz kalır, hortlağa döner. Onu yedirme, bunu burnundan sok. Ve uzayıp giden komutlar.  

Ben nerede kendi ihtiyacımı buldum, (buldum mu?), nerede kayboldum, ne zaman anne oldum, ne kadarını öğrendim, ne kadarı bende ezelden beri vardı bilmiyorum. Dahası insanın hayatının süreçlerine ilişkin koyduğumuz bu isimler, trimesterler, annelikler, lohusalıklar, yine o kategorilere ayırarak anlama arzusundan ve telaşından geliyor. Oysa doğada "doğru"lar, çizgiler yok... Bir ağaç, herhangi bir yerde başlayıp herhangi bir yerde bitmiyor; bazı yerlerine gövde, bazı yerlerine kök, bazı yerlerine dal demiyor. 


Rüzgar'ın doğduğu günden bir kare: Daha ortada hiçbir şey yokken gece suyum gelmiş, sonrası ağır ağır yaklaşan ve sonra git gide yükselen dalgalar. Otuz saat, belki daha fazla geçmiş. Yorgun, uykusuz ve bitkin haldeyim ama hala kat kat merdivenleri çıkıp iniyorum. Tüm "görevim" o çocuğu oradan çıkarmak. Santimetre santimetre bekliyoruz..

Başka bir kare: Sırtımda birtakım kablolar, ağrılarım bir anda şak diye o kablolardan gelen sıvılarla kesilmiş, masada yatıyorum. Kafam güzel, henüz bir adı olmayan bebeğimi beklerken tavana bakıyorum. Sanırım 6 dakika sonra onu çıkarıyorlar, o sırada "Shine on You Crazy Dimond" çalıyor. Bu gerçekten oluyor, hayal değil. O an o bebeğe bakarken yaşadığım şaşkınlık ve yetkinlik halini tanıyorum..


Şimdi üzerinden iki sene geçmişken şunu anlıyorum. İlk zamanlarda benim için doğum, yaklaşıp yaklaşıp o son kapıdan geçemediğim ve aslında tabiatımın döngüsünü tamamlayamadığım bir şeydi. Bir süre bu, sıkışık bir his yarattı içimde; üzerime utanç, üzüntü ve pişmanlıkla örülü bir ağ, bir örtü attı. Yaklaşık bir yıl sonra, aldığım bir Organic Intelligence seansında, bir soru bir perdeyi araladı ve o gün beni tetikleyen, doğumun akışını engelleyen şeylere öylece bakıverdim. Bu bakış, aynı zamanda kendi deneyimimi sahiplenmemi de getirdi. Döngüler tamamlanamadıysa da, bu da doğumun, dünyaya gelen oğlumun hayatının, hayatımızın bir parçasıydı. Üstelik döngüler, adı üstünde, parçaları birleştirilesi yapbozlar; şu yerde başlaması ve şu yerde bitmesi gereken anayollar değildiler. Kesin duvarlar yoktu; otlar arasında açılan yollar vardı, görünmez patikalar, kıvrılan yamaçlar, bir yeraltı geçidi, bir gizli mağara, taşlardan bir köprü....


Doğumu pozitif olan ve olmayan; anneleri emziren ve emzirmeyen; çocukları yiyen ve yemeyen; uyuyan ve uyumayan ve daha niceleri diye adlandırıp yaftalayan da hep o bilmek, tutmak ve kontrol etmek ve bu yolla sınırlarını belirleyip manipüle etmek isteyen erkek egemen aklın işi. Kadınların kendilerine ne yapmalarının söylenmesine ihtiyacı yok. Kadınların kendi doğalarıyla, kendi çocuklarıyla ilişki kurmalarına izin verecek alanlara ve topluluklara ihtiyaçları var.

Bir memeden nerelere geldim.

bottom of page