Dışarıda Yürüyen
Ölü insan görüntülerine bakıyorum. Ölü insan görüntülerini geçiyorum. Bir şeyleri görmek de geçmek de oldukça kolay. Bir el, bir işaret parmağı. Kaydır, klik, kapat.
Yıllar önce, bir kentin delik deşik binaları arasından yürürken ürpermiştim. Duvarların pencerelerine, yan yana saksılara, sarkan renkli çiçeklere bakakalmıştım. Bir kadın cama çıkmıştı. Orada birileri uyuyor ve uyanıyordu. Ama benim gibi bir “dışarıda yürüyen” için izlere bakıp anlamlar yaratmak -hâlihazırda bariz anlamları yokmuş gibi- bir hassasiyet gösterisiydi kuşkusuz.
Kahvede şen şakrak bir adamla oturmuştum. Ona savaşla ilgili yığınla soru sormuştum. “Bildik şeyler,” demişti, “köfte yedin mi?” Merhametin, hoşgörünün ve benzerlerinin; karşındakine bakmadan kendini aklamaya çalışan kırılgan duyarlılığın; “iğrenç yakınlıklarla”* gelen duygudaşlığın örtüsünü kaldırsak, altında ne var?
Susan Sontag bunun cevabını, Başkalarının Acısına Bakmak adlı kitabında veriyor: “Başkalarına çektirilen ve bizim görüntüler halinde izlediğimiz acılarla kurduğumuz düşsel yakınlık, uzakta (televizyon ekranında yakın olan çekimle gösterilen) acılı insanlar ile ayrıcalıklı izleyiciler arasında düpedüz gerçekdışı bir bağ olduğunu düşündürür ve bu bağ, iktidarla gerçek ilişkilerimizi düzenleyen aldatmacalardan biridir. Ne kadar çok duygudaşlık kurarsak, acılara yol açan gelişmelerde suç ortaklığımız olmadığı duygusuna kapılmamız da o ölçüde kolaylaşır. Duygudaşlığımız, acizliğimizin yanı sıra masumiyetimizin de ilanıdır.”
Agota Kristof’un üçlemesi, “Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan", en çok da bu bağlamda, yani okurluktan gelen (izleyicilikten ya da “dikizcilikten”**) duygudaşlık alışkanlığına izin vermeyişiyle etkiledi beni. Cevabı da yine kendi içinden verdi:
“Evet. En hüzünlü kitaplardan bile daha hüzünlü hayatlar vardır.” (Syf. 267)
Bilinmeyen bir yerde, adsız ikiz kardeşlerle, belirsiz bir zamanda başlıyor hikaye. Yine de nerede olduğumuzu biliyoruz; hangi zamanda, hangi savaşının neresinde durduğumuzu ve sonrasını. Kahvedeki şen şakrak adam da aslında tam olarak şöyle demişti bana: “Herkes her şeyi zaten biliyor.”
Savaşın ve şiddetin her halini içinde barındıran; çocuklukla bağdaştırılması güç bir soğukkanlılık ile anlatılan bir hayatta kalma; ve her şeye rağmen bir büyüme hikayesi okuyoruz. Zizek’in deyimiyle ikizler “tümüyle ahlaksız”. Bunu onları kınamak için söylemiyor gerçi. Aksine, “ahlaktan âri bir etik anlayışa” örnek olarak gösteriyor onları. Böyle bir ahlaksızlık, belki de, esasında tam da çocuklukla bağdaşacak biçimde, ağır duygusallıktan özgür, kendiliğinden, gerçek bir duyarlılığın ihtimalini taşıyor. Dahası, bu şekilde kendisini okurunun şefkatinden koruyor.
“Duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp nesnelerin, insanların kendileriyle, yani olayların sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım.” (Syf. 31)
Agota Kristof'un otobiyografik metni Okumaz Yazmaz'ın son bölümünde -yazarın artık ödüllü, bilinen bir yazar olduğu zamanlar- "arkadaşlık ettiği bir komşusu" ile arasında geçen diyalog yer alıyor. Arkadaşı, tüm gün fabrikada çalışan ve akşamları da ev işleri ile ilgilenip çocuklarına bakan yabancı kadın işçilerle ilgili bir televizyon programından bahsetmiş ona. Program hakkında konuşurken, işçiler için “üstelik Fransızca bile bilmiyorlardı,” demiş. “Ben de bilmiyordum,” demiş Kristof da. Sonrasını şöyle anlatıyor:
“Arkadaşımın canı sıkılıyor. Televizyonda gördüğü yabancı kadınların etkileyici hikayelerini anlatamıyor bana. Geçmişimi öylesine unutmuş ki, ülkenin dilini bilmeyen, fabrikada çalışan ve akşamları aileleriyle ilgilenen o kadın türüne mensup olabileceğimi hayal bile edemiyor.” (Syf. 38)
Kitap, sıkı sıkıya tutunduğumuz insani değerlerin çarpık, aldatıcı ve kibirli yanını yüzümüze çarpıyor. “Bu nasıl bir vahşettir?” serzenişlerimizi daha baştan engelliyor. Hemen ilk sayfalarda bir anlaşma yapıyor okurla. Tatlı sahte duyarlılıkları, yüz buruşturmaları ve acımayı ve hatta tümden merhameti bu kitabın kapısının önünde bırakmamızı şart koşuyor. Büyük lafları, şaşaalı sıfatları ve duyguları, tabii ki en çok da duyguları. Böylece, bir ihtimal, zor da olsa, dürüst bir ilişki kurabileceğiz. “Vahşet” dediğimiz şeyin başkalarının yaşamlarının ta kendisi olduğunu; ve tam da bu sebeple ondan “vahşet” diye söz edilemeyeceğini anlayacağız mesela.
“Başımıza gelenleri ifade edecek bir kelime bulamadım henüz. Felaket, facia, trajedi diyebilirdim, ama buna sadece "Şey" diyorum, çünkü bir adı yok.” (Syf. 357)
*Slavoj Zizek, Paralaks, Encore Yayınları (Türkçe baskıya önsöz)
"...İkizler tümüyle ahlaksız - yalan söylüyor, şantaj yapıyor, öldürüyorlar... - yine de, en saf haliyle
otantik bir etik naifliği cisimlendiriyorlar. [....] Benim durduğum yer işte bu - böyle olmak isterdim: duygudaşlıktan yoksun etik bir canavar, kör bir kendiliğindenlikle başkalarına yardım etme görevini yerine getiren, ama onların iğrenç yakınlıklarından kaçınan bir canavar. Böyle daha çok insan olsaydı, dünya, içinde duygusallığın yerini soğuk ve katı bir tutkunun alacağı huş bir yer olurdu."
** Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, Can Yayınları (Çeviren: Osman Akınhay)
"Herhalde acının en akıl almaz ve aşırı boyutlardaki görüntülerine gözlerini kırpmadan bakabilecek insanlar, sadece o acıyı hafifletmek için bir şeyler yapabilecek konumdaki (örneğin, fotoğrafını çekildiği askerî hastanedeki doktorlar) ya da o görüntülerden bir şey öğrenmeye niyetli kişiler olabilirler. Onların dışında hepimiz -kendimize yüklediğimiz anlam ne olursa olsun- birer dikizciyiz.”
Agota Kristof, Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan, Yapı Kredi Yayınları (Çeviren: Ayşe İnce Kurşunlu)
Agota Kristof, Okumaz Yazmaz, Can Yayınları (Çeviren: Feyza Zaim)
Comentarios