O parça
Sinüzitten, selülitten, diş taşlarından kurtul.
Kıskançlıktan, hırstan, öfkeden kurtul.
Can sıkıntısından, alın yazısından, aşk acısından kurtul.
Hayatta hep önünde dikilen, yolunu tıkayan şey.
Aşkta da kumarda da kaybettiren.
Seni geri çeken. Sana yük olan.
Adeta senin içinde sana ait olmayan bir nesne.
Elini sokup içeri, elinle koymuş gibi bulup, söküp atmak istersin. Kurtulmak!
Gel gör ki boşluğu elinle yakalamak mümkün değildir.
Geçen seneki eğitimin inzivasının son gecesinde dışarıda har har yanan ateşin etrafında öğrenciler bırakmak istedikleri bir şeyleri ateşe attılar. Öğrencilerden -ve bu seneki eğitimin asistanlarından- Esin, sonraki bir konuşmamızda şöyle dedi: "O bırakmak istediğim şeyi o an hiç bırakmak istemedim."
Geçenlerde lise zamanlarımdan bir e-mail'e denk geldim. Bir parkta yan yana durmuşuz ve içimizi sıkıştıran birtakım halleri dışarıya üfleyivermişiz. Sonraları dayanamayıp sormuşum: “O üflediklerimiz arasında kendimiz de yok muyuz?”
Gabor Maté İstanbul’da verdiği "Vücudunuz Hayır Diyorsa: Zihin/Beden Birliği & Stres - Hastalık Bağlantısı" atölye - konferansta, daha bebekken bilinçdışı bir şekilde oluşturduğumuz baş etme yöntemlerinin kişiliğimizin kemiklerine işlenmiş olduğunu kendi hayat hikayesinden yola çıkarak anlattı. Gabor Maté, Nazi işgali altındaki Budapeşte’de bebekmiş. Anne oğul her gün ölüm tehdidi altında zar zor hayatta kalabilmişler. Bir gün, Maté henüz daha bir yaşında değilken annesi artık oğlunun güvenliğini sağlayamayacağından korkarak, onu sokakta hiç tanımadığı birine bırakmak zorunda kalmış ve birbirlerini bir süre hiç görmemişler. Annesi geri geldiğinde bebek Gabor Maté uzun süre annesini görmezden gelmiş, o yokmuş gibi davranmış, ona bakmamış. Uzun yıllar sonra, 71 yaşındayken, karısı onu havalimanından almaya gelmeyi unuttuğunda farkında bile olmadan karısına karşı koyduğu tepki, bebekken annesine verdiği tepkinin yetişkinliğe uyarlanmış bir kopyasıymış.
Hayatlarımızın ilk yıllarında bilinçli olmaksızın öğrendiğimiz şeyleri hatırlamayız. Bir insanın başına gelen olaylarla ilgili anlamlandırmalara varamayacağı kadar küçük olduğu zamanlarda "anlatı hafızasını" oluşturan beyin yapıları henüz gelişmemiştir. Fakat insanın sinir sistemine işlenen, örtük bellek adı verilen çok daha güçlü bir hafıza sistemi var. Gabor Maté, örtük belleğin erken çocukluk döneminin duygusal yanlarının şifrelerini içerdiğini anlatıyor. "Bu duyguları yaratan olayları hatılamasak da bunlar, dünyayı nasıl algıladığımızın bir şablonu olur. Dünya güvenli bir yer mi? Diğer insanlara güvenebilir miyiz yoksa kendimizi kırılganlıktan korumak için duygusal olarak kapanmamız mı gerekir? Bunlar bilinçli zihindense örtük bellekle cevapladığımız temel sorulardır."
Gerçekten de kafamızın içindeki bazı anıları ve bilgileri bilinçli olarak, adeta bir uzaktan kumanda ile hafızamızın kanallarında dolaşarak hatırlayabiliriz, bunları "geri çağırabiliriz" ("re-call"). Bununla beraber bazı şeyler kafamızın kutusunu açıp da "geri çağırmaya" müsait değildir. Detaylarını hatırlayamayacağımız kadar eski, oturup anımsayamaya çalışsak beceremeyeceğimiz ama hafızamızın beklenmedik anlarda karşımıza çıkardığı, yıllar sonra bile capcanlı orada ve bir ateş gibi sıcak anlardır bunlar; sebepler ve sonuçlara bağlanan kronolojik olaylardan ziyade duygu, tepki, davranış, ifade olarak ortaya çıkar, kişiliğinin derisi gibi hayatımıza yayılırlar.
Belirli belirsiz anılar, gözümün önüne gelen görüntüler, evde beni bekleyen çocuğum hepsi bir arada kafamın içinde cirit atarken, salonda bir el havaya kalktı ve bir katılımcı heyecanla kendi bebekliğinde yaşadığı Gabor Maté'ninkine benzer durumu ve bunun hayatı, ilişkileri üzerindeki etkisini anlattı. Elini göğsünün üzerinde yumruk yapıp içindeki bir parçayı atar gibi bir hareket yaptı. Kafamın radyosu dımdımtıs çaldı:
Nasıl kurtuluruz?
İçimizdeki o şeyden
Nasıl kurtuluruz?
Nasıl üfleriz havaya?
Nasıl atarız ateşe?
Katılımcıyla arasında bir süre devam eden diyaloğun sonunda Gabor Maté’nin sözleri salonu dev bir sessizlikle doldurdu:
“Acaba o içinde terk etmek istediğin parçan, senin onu terk etmenden korkuyor olamaz mı?”
Tüylerim diken diken olmuşken belki anladığım pek bir şey yoktu ama hissettiğim şey bunun tam da doğru olduğuydu.
Bunca zaman başka başka ortamlarda, “bu yalnızca bir duygu”, “bu sen değilsin”, “gerçek olan bu değil” gibi içinde öyle ya da böyle “ikilik” içeren önermelerin yanında kendimi eksik, küçücük ve dışarıda hissedegelmiştim. İstemeden de olsa bir üst pencereden bakan göz, yukarıdan aşağıya uzanan el, ancak kendinden öteye göndererek gelen kabul... Sonunda yine mecburen ayrıştıran... Ama bu kez burada işittiğim, tüm hücrelerime kadar işleyen bir tanıdık ses gibiydi. O ses, “burada her şeye yer var” der gibiydi. Aynı anda göğsüne dev öküzlerin oturduğu, aynı anda serin suların içini hafiflettiği...
“Orada olmasına izin ver, seninle kalmasına izin ver. O parça senden bağımsız değil. O parça sen değilsin ama o parça senin.”
O parçanın da senin olduğunu bilerek orada olmasına izin vermek; deri, kemikler, kaslar, organlar ve dokulardan ve başka bir çok şeylerden oluşan bedenin gibi, sana dair her şeyi, gerçek ya da gerçek dışı demeden içeren koca bir kazan olmak demek.
Tıpkı elindeki taşı ateşe atmak istemeyen Esin gibi, zaman zaman kaçmak ve üstesinden gelmek istesek de, esasında hiçbirimiz kendimizi ateşe atmak, havaya üflemek, bir parçamızdan kurtulmak istemeyiz. Doğamızda olmayanı istemek gibi, doğamızda olandan kurtulmaya çalışmak olsa olsa bitmeyen zorlu bir mücadeleyi getirir.
Dünyaya geldikten sonra adapte olabilmek için, bir bilinçli seçimimiz olmaksızın, kendi özümüzden ödün vere vere bir kişilik edindik, ama bu kişiliği yine kendi özümüzle temas etmek için bir yol olarak kullanabiliriz.
O zaman seçemedik ama şimdi seçebiliriz. Gabor Maté’nin deyişiyle “Bir zaman, zamanını bile hatırlamadığın kadar eski bir zaman, kendi özümüzle olan bağlantıyı kaybettik.”
Ama
“her zaman yeniden bağlantı kurabiliriz çünkü kendimiz hala buradayız.”