Özgür Topraklar
Çekik gözleri ve çıkık elmacık kemikleriyle bana büyükdedemi hatırlattı. Ben çocuktum ve Ramis Dede seksen yaşındaydı. Uzun ince bedeni ağır ağır hareket eder, işitmeyen kulaklarından ötürü nadiren konuşurdu. Yakın zamanla birlikte çocukları ve torunları dahil tüm tanıdık yüzleri unutan büyük anneannem “nişanlım nerede”diye sayıklardı. Yazgülü ile ben küçük evin kocaman terasında, sadece çiçekler ve güvercinlerin olduğu o dünya kadar büyük alanda oyunlar oynardık. En güzeli yağmur yağdığındaydı. Saçlarımız hep upuzundu ve yağmurun ıslattığı yerlerden saç örgülerimiz sırtımıza vururdu. Yıllar sonra Hülya Sokak’ta, stüdyonun balkonunda Ayşegül’le oturacaktık ve ben, ansızın bu anı hatırlayacaktım, tüm kapılar arasından en çok “sarı kapı”yı sevecektim. Çocukluğumun avlusuna açılan sarı kapımı. Ölenlerin de hayatta olduğu.
Bir avluda, karşı karşıyaydık. Choedak yirmilerinde, kısa boylu, küçük cüsseli bir adam. Kırmızı kumaşlar içindeki keşişlerin, kapüşonlu ve düşük cepli pantolonlarıyla genç Tibetlilerin arasında oldukça sıradan biri. Saçları jöleli, parmakları ince ve uzun. Gözlerinin kenarlarında çizgiler var ve gülümserken ağzı bir çocuk gibi şaşırarak açılıyor. Bu avluya konuşmak için geldik. Ana dilimiz olmayan bir dilde birbirimizle anlaşmak için.
Nereden geldiğimi sordu. “Türkiye”. Bakışları şaşkın, “Tokyo?” dedi. “Tokyo değil” dedim. “Bak”. Elimi haritanın üzerindeki Türkiye noktasına dokundurdum. Noktalar çizgileri, çizgiler sınırları oluşturdu. Yaşadığım ülkeye, dünyanın bir ucundan, bir karton haritanın üzerinden baktım.
Avluda insanlar heyecanlıydı. Her gün ilk önce buraya, sonra başka avlulara, bahçelere, odalara gidip İngilizce konuşuyorlar, Tibet’ten kilometrelerce ötede, dünyaya seslenebilmek için, belki de hiçbir zaman gidip göremeyecekleri ülkelerin dillerini öğreniyorlardı. Çantalarından çıkardıkları defterlerde eğik el yazıları ve itinayla yazılmış paragraflar... Her sohbet dersinin önceden belirlenmiş bir konusu var ve konu ne olursa olsun cümlenin sonu hep uzakta kalanlara, ailelere, hasrete varıyor.
Defterinin arasından bir fotoğraf çıkardı. Tüm aile, yaşlılar ve çocuklar bir arada. Teknolojinin yetişemediği bir yavaşlıkla çekilmiş bir fotoğraf. O zaman bir kameraya gülümseyen insanlar, şimdi her eline alışında, Choedak’a gülümsüyorlar. O gülümsemeden Choedak’ın yanaklarına pembelik akıyor, bir müjdeli habere açılan gözlerle, Choedak o fotoğrafa baktığı saniyeler içinde küçük bir çocuğun anlık sevincini taşıyor. Saniyeler içinde, o sevinç ağır ağır ayaklarımızın altını doldurmaya başlıyor. Geleni ikimiz de tanıyoruz, insan sevincimizin komşusu hüzün.
Özgürlük, tutsaklık ve ölüm.
Küçücük yaşta buralara nasıl geldiğini, kışın ne yapacağını ve her zaman, zamanla artan bir şekilde ülkesini nasıl özlediğini anlattı. Choedak, ben, büyük dedem ve haritadaki ülkeler, hepimiz bu avludaydık artık.
O gün, elimi kolumu sallaya sallaya, etrafın sessizliğine, yolun arabasızlığına şaşarak cadde boyunca yürümüştüm. Merak ettiğim küçük sokaklara, küçük sokaklara açılan apartman avlularına girip çıkmıştım. Bir avluda biriken kalabalığı görüp merak etmiş, ne olduğunu henüz anlamadan çemberde yerimi almıştım. O gün, McLeod Ganj’da ikinci günümdü.
Oysa buraya vardığım ilk gün, beni Rishikesh’ten getiren o onaltı saatlik korkunç otobüs yolculuğunun ardından, el yordamıyla bir pansiyona kendimi atmış ve bir tam gün boyunca dışarı çıkmamıştım. Gece vakti perdeleri sonuna kadar çekilmiş zemin kattaki odamın camında uzun bacaklarıyla insan gölgeleri belirmişti. Ateşim vardı. Hasta ve yorgundum. Gölgeler kısık sesle konuşmuştu. Boş vazo yere düşüp paramparça olmuştu. Tam yirmi saat deliksiz uyumuş, kendimi yatağa atmadan önce de göz kenarlarımda toplanan gözyaşı toplarını yumruklarımla silip, ertesi gün Türkiye’ye döneceğime yemin etmiştim.
Öyle olmadı, Himalayaların ortasında McLeod Ganj, uzun ince, arabasız ve sakin, beni kendine görünmez bir iple bağladı. O güne dek bildiğimi sandığım, kesinliğinden kuşku duymadığım ne varsa uçtu gitti. Büyülenmiş, bir başka zamandan, bir yabancı kabileden gelmiş gibi baktım etrafa, caddenin orta yerinde durdum.
Yoldan geçerken bakışlarını kaçırarak her gün kütüphaneye yürüyen keşişler... Herkesin şarkılar türküler söyledikleri, çay bardaklarını şerefe ve barışa kaldırdıkları buluşma mekanları olarak kafeler... Yan yana, omuz omuza, birlikte, sakin bir umutluluk ve yoksulluk hali, acındırması olmayan. Dünyadan ırak bir sığınak olarak McLeod Ganj.
O gün işte, İngilizce konuşma çemberinin içinde, ben elime tutuşturdukları “konu: spor” yazılı kağıda bakıp olan biteni anlamaya çalışırken, Choedak sandalyesini yanıma çekmiş, ona bir şeyler “öğretmek” üzere gelen beyaz adamların müfredatına aldırmadan kendini tanıtıvermişti. Konumuz spor hakkında konuşmamız kısa sürdü. Choedak, başka şeyler söylecekti.
Her gün Tibet’ten yeni bir intihar vakası haberi geliyordu. Kanıksanmış bir direnme yöntemi olarak, insanlar, özgürlük adına kendilerini yakıyorlar ve bu, Himalayaların eteklerinden birer onur ve ibret hikayesi olarak yankılanıyordu. Geçen haftalarda defterine yazdığı bir paragrafı okudu bana, İngilizce konuşabiliyor olmasından çok içini dökebiliyor olmaktan gururluydu:“Tibet’te ölümden korkmazlar çünkü ölümden sonraki hayatlara inanırlar. Ben ölümden korkuyorum çünkü bir sonraki hayatımdan korkuyorum.”
O konuştukça sohbet dersi bitti, sandalyeler ve avlu ve yabancı diller bitti. Ne kadar benzediğimizi düşündüm. Beni bu başka topraklara getirenin ne olduğunu... Topraklarını, evlerini bırakıp giden insanları, Türkiye’ye küçücük yaşında göçen dedemi, Ramis Dede'yi, bırakılan başka toprakları, aşılan yolları ve şimdi başkalarının dedeleri olan başka küçük çocukları düşündüm.
Hep aynı yerde buluştuk. Haritanın üzerindeki hangi kara parçasından geldiğimiz önemli değildi. Coğrafyalar özgürdü. Biz, vardığımız tüm topraklarda öyle ya da böyle tutsaktık.
Choedak’la karton haritanın önünde yan yana durduk. Durduğumuz yerden bakınca geriye hiçbir ülke kalmadı. “Konumuz spor” kalmadı; varılması gereken ülkeler, ezberlenmesi gereken yabancı dilde kelimeler, büyüklük içeren yardım elleri, bayraklar, bayrakların temsil ettiği kimlikler, kimlikleri temsil eden görevliler ve gönüllüler kalmadı.
Hafifçe başını eğerek, onu tanıdığını, gördüğünü ifade eden, karşılığı da karşıtı da olmayan bir selam ve özgür topraklar kaldı.