Ağla(ma!)k
Çocukken ağlamayı bir haksızlık, karnı tok sırtı pek hayatımda bir tür adaletsizlik olarak görür, bir katı suçlulukla gözyaşlarımı içeri kaçırmanın yollarını arardım. Büyüdükçe, ağlamakla olan ilişkim de büyüyüp dev bir duvar oldu. Hep o duvarın yakınında yaşayıp onu hiç aşmadım, bunu da büyüklük bildim.
Az önce Rüzgar neden bilmem, kollarımda bas bas ağladı, ona sımsıkı sarıldım. Işıkları açmadım, yer değiştirmedim, "şşş tamam, bir şey yok" demedim. İkimizi birbirimize bağlayan çok içerden bir yerden bildim ki ağlayacak ve sonra bir şey olacaktı, bir duvar inşa edilmeden ortadan kalkacaktı ve arkası ferah bir bahar sabahı, bir yeşil bahçe. Bunu bilmek yetmedi. İçimde duygular sulu, zorlu, karışık... İki kolum iki ayrı insan misali: "üzülmesin" diye yalvaran bir kol, ağlasın rahatlasın diye omzuma pat pat yapan diğer kol... "Ben buradayım ağlayabilirsin" diye fısıldayan biri ile "artık sussa" diye kıvranan bir diğer kişi...
O iç çektikçe ben de çektim, o derin bir nefes verdi ben de verdim. Doğrular, yanlışlar, kınamalar, sallanan parmaklar, bebek bakım kitapları ve teknikleri ve eğitimler, metodlar, komşular, akrabalar, eş, dost, kapı, duvar...!
"Ben de seninle ağlasam..." Aaa sahi ben de ağlasam ya!
Tam o an aklıma üçümüzün olduğu o sahne geldi. Anneannemin öldüğü gün, herkes nihayet gittiğinde annemle birbirimizi teselli etmeye çalışmadan uzun uzun sarılmıştık ve kalabalıklarda saklanan gözyaşlarımız yine o salonda kendiliğinden birbirine karışıvermişti.
An ve anılar, o salon ve bu oda birleşti. Bu anıları şimdi hatırlayışımdaki annelik hislerim ile anın içindeyken bir anne-babanın çocuğu olarak yaşadığım deneyimler birbirine girdi. Farklı zamanlar içinden o iki kişi birbiriyle selamlaştı.
Güçsüzlük caizdi ve ağlamakta eşittik, tüm insanlar olarak.